Eski Yunan’da sanat zanaat ayırımı yoktu. Ayakkabı yapmak da, resim yapmak da zanaat olarak görülüyordu. Sokrates, Platon ve Aristotales gibi Eski Yunan filozofları da sanat üzerine çok fazla durmamışlardır. Ancak Platon zihnimizin dışında olan bir evrensel güzellik anlayışından (idea) bahsetmişti. Bu güzellik anlayışı tanrılardan gelen kişilerden bağımsız ve değişmez bir güzellik anlayışıydı. Ozanlar ilham perileri (Musa’lar) tarafından tanrıların sözlerini insanlara aktaran kişiler olarak görülürlerdi. O nedenle biraz farklı bir konumları var.
Rönesans ile birlikte ilk defa “sanat” ve “zanaat” ayrımı yapılmaya başlanıp, “yaratma” becerisi sanatla özdeşleştirildi. Descartes ile başladığı kabul edilen aydınlanma çağında ise “idea” düşüncesi yavaş yavaş “fikir”e dönüşmeye başladı.
18.Yüzyıla geldiğimiz Alman düşünür Kant, felsefeyi metafizikten kopartarak tamamen bilimsel bir tabana oturtmanın peşindeydi. Platon’un idea düşüncesinin zihnin dışından geldiğini değil de, zihnin içinde var olduğunu savundu. Güzeli belirleyebilmek için, “İlgi”, “Amaç”, “Hayal gücü” ve “Kavrayış gücü”nden oluşan dört kriter ileri sürdü. “Beğeni” ile “hoşlanma”yı birbirinden ayırarak, aynen Platon gibi güzel olanın “sana göre, bana göre” olamayacağını söyledi.
Kant’ın çağdaşı olan Hegel, ilk kez sanat eserinin “biricik”liğinden, sanatçının özgür düşüncesinden ve “Sanat felsefesi”nden bahsettiği sanatı, sembolik, klasik ve romantik olarak tarihsel sıralama içinde üçe ayırdı. Ona göre en doğru sanat Klasik sanattı çünkü “form” ve “içerik” sadece Klasik sanat’ta birbirleri ile uyum içindeydi. Ve Hegel sanatın ilahi olandan koparak, kişiselleşmesini “sanatın ölümü” olarak değerlendirdi.
ANFAD ‘da her üç haftada bir Korel Eraybar farklı konularda sunumlarını gerçekleştiriyor. Herkesin katılmasını öneririm.
Yorumlar
Kalan Karakter: